Işık, dünyanın başlangıcından bu yana, dünya ile onu algımız arasında aracılık etmekte olan bir olgu. Geçmişten günümüze kadar ışık, sanatçılar için zaman ve mekân arasında şekil ve rengin alışverişi üzerine, nesnenin "ne"(fiziksel) ve "nasıl göründüğü" (psişik) arasındaki bağları araştıran bir meydan okuma olmuştur. Her sanatçı, bu anlamda ışığa izleyicinin algısını değiştirmek için manipüle edilebilen, inşa edilebilen bir malzeme olarak yaklaşır.
Ayşe G.Suter’in (d. 1982) çalışmaları, sanat ile ışık arasındaki sınırları çözme eğiliminde olan görüntüleri yakalamak, renk ve formların fiziksel biçimiyle oynamak anlamında izleyicinin de davet edildiği bir tür performans olarak değerlendirilebilir. Sanatçı çağdaş sanat üretimlerinde, değişik medyum yaklaşımlarının merkezine ışığı konumlandırır. Süter çalışmalarında ışığı bir form olarak, insanın kendini anlama aracı olarak kullanır. Kristaller, planktonlar, insan hücrelerin bilinmeyen görünümleri, biyolojik hareketliliğe dair çeşitli görüntüler, sanatçının formu ve ışığı olarak hem yansıtan hem de yeniden üreten melez oluşumlar ortaya koyarlar. Cezbedici yüzeyler, rengin şeffaflığı ve canlılığı arasında bilinmeyen bir görünüm ile var olmaktadır. Suter’in yapıtları, malzemenin karşılıklı etkileşimine, görünüşüne, biçimin ve rengin, ışık ve gölgenin, mekân ve zamanın çağrışımlarına, her türlü fenomenolojik yönlerine ve semantik sonuçları üzerine odaklanır. Sanatçının çalışmalarının doğasında ışık ve renk insan algısının fiziksel ve duyusal deneyimi sınırlayan çizginin aşılması üzerine kuran bir tavır olarak ortaya çıkar.
Sanatçının ışık ve renk temelli enstalasyonların ürettiği dinginlik duygusunun altında ışık ve rengin önemi, endüstriyel nesneler olarak değil, ışık ve rengin kullanımıyla kendi ruhsal alanını fiziksel bir alan olarak dönüştürebilme “parlaklığında” yatar.