Pg Art Gallery, Ali Şentürk'ün ‘’Aklın Üzerinde bir Sessizlik’’ isimli kişisel sergisine 21 Mayıs - 22 Haziran 2024 tarihleri arasında ev sahipliği yapmaktan mutluluk duyar.
Aklın Üzerinde Bir Sessizlik veya Apatiyi Aşmak
Oğuz Karayemiş
Yüzyılımızın ilk çeyreğini ardımızda bırakmaya yaklaştığımız bu günlerde kitlesel bir apati, yani duyarsızlaşma yaşıyor gibiyiz. Yaşamın türlü veçhelerinin ama bilhassa “gündelik” denen veçhesinin içine düştüğü keşmekeşin ruhlarımızı paramparça ettiğini idrak ediyoruz. Apati, bu parçalanma haline verdiğimiz bir savunma, bir kaçınma, neredeyse hayatta kalma tepkisi gibi. Fakat yüzeyde yaşanan bu apati’nin anı kurtarma faydasına rağmen bedeli, birikmiş duyguların bir süre sonra depresyon, anksiyete, dikkat dağınıklığı gibi patolojiler halinde yaşamlarımıza baskın vermesi oluyor.
Sanat, uzun bir süredir duyguları inceliyor. Çoğu zaman onları sanat yapıtları halinde ifade etmenin, nesnelleştirmenin, seyirciye aktarmanın yollarını arıyor. 20. yüzyıla damgasını vuran dışavurumculuğun pratiği, bu türden bir çabanın ufkuna dair düşünmek üzere büyük bir miras bıraktı ve bu miras, güncel sanatın içinde hâlâ yaşıyor. Fakat sanat yalnızca şu veya bu duyguyu ifade etmenin değil bazen de onların doğuş koşullarını anlamanın, onların zuhurunun ardında yatan süreçleri araştırmanın pratiklerini de sergiliyor.
Aklın Üzerinde Bir Sessizlik sergisinde Ali Şentürk’ün bir araya getirdiği yapıtlar da sanatın bu ikili pratiğinin şeceresine kaydoluyor. Hangi duygular, hangi imgelerle vuku bulabilir? Şu veya bu tesiri üretmeye hangi im örüntüleri muktedirdir? Bunlar kompozisyona ve biçime dair mühim sorulardır. Sanatın kurucu bir parçası olan sorular.
Böylece sanat, öncelikle birer fay hattıymışçasına ruhun kıvrımlarını takip ediyor. Her bir kıvrım, bir tesirin altında büzülmüş, kendi içine göçmüş bir yoğunluk bölgesi olarak görülebilir. Bunlar, düğümlenmiş, sessizliğe ve unutuşa terk edilmiş ama sanki pusuda yatar gibi dışarı çıkmayı bekleyen hayaletlerle doludur. Gündelik yaşamın akışında onlara dönmek, onlarla iştigal etmek istemeyiz. Ama bütün heybetleriyle oradadırlar, bilmesek de alttan alta, bir hülyaya dalışta, bir gülümseyişin soluşunda belli belirsiz de olsa varlıkları hissedilir. Bu sergideki yapıtlar, sükût içinde ve sabırla “orada” bekleyen duygularla meşgul olmayı hepimiz adına üstleniyor. Bu duyguların imgelerini, bu imgelerdeki hissedişleri yakalayıp onlardan sanatsal imgeler inşa ediyor.
O halde yapıtların bu duygusal yoğunlukları dolduran hayaletlere duyusal sûretler kazandırdığını söylemekte bir beis yoktur. Fakat bu sûretler hiç de insan yüzleri değildir. Daha doğrusu Ali Şentürk’ün insan yüzüne ilgi duyduğunda bile onu çoğu zaman nasıl da “ifadesiz” (mimiksiz) ve “cinsiyetsiz” (anonim) bir yüz olarak düşündüğünü görmek hayret vericidir. İşte yukarıdaki soruların önemi burada yatar. Eğer sanatsal imge, duyguyu mimikle eşleştirirse mimetikleşecek, yani taklitçi-temsilci bir çerçeveye oturacaktır. Ali Şentürk, bir başka yol açıyor: Boyutların, kısmiliklerin, mekânsal ilişkilerin ve örüntülerin etrafında örülür imgeler. İmge, duyguyu temsil etmemelidir ama üretmelidir. Yapıtlar böylece saf tesir noktasına, bir duygunun “motoru” olmak anlamında üretken birer devre olma noktasına erişir.
Burada Ali Şentürk’ün pratiğinin dışavurumculukla bağının karmaşık mahiyetini de görmek mümkün hale gelir. Dışavurumculuk, renkler, şekiller ve insanın psikomotor devreleri arasında kurulan belirli bağlar üzerine varsayımlardan ayrılamaz görünür. Bu yüzden en soyut halinde bile bir dizi temsilî kısıtla, insanda tecessüm etmiş beklentilere ve alışkanlıklara dair önkabullerle malûldür. Oysa Aklın Üzerinde Bir Sessizlik sergisindeki yapıtlar, bu varsayımlarla iş görmez. Kendine farklı bir “gramer” tesis eder ve imlerini başka bir şekilde yontar.
Bu farklılıklar nasıl düşünülebilir?
Bu yapıtların iki farklı “malzeme” kaynağı olduğunu söylemek mümkündür belki de: Yapıtların mecralarını tesis eden cisimsel malzeme ve imgelerini tesis eden tinsel malzeme. Tin ve cisim, imge ve mecra. Böylece tinsel bir araştırma, malzemenin çalışılmasıyla el ele gider ve ifade biçimlerinin çekip çıkarılmasıyla yeni “nesneler” zuhur eder. Fakat bu nesneler, hiç de bu mefhumun âmiyâne anlamıyla edilgen varoluşlar değillerdir. Aksine her birinde bir tesirin, temâşâ edenin (yani seyircinin) tinini müteessir eden hislerin etkinliği işler. Tinden tine, can cana bir muhabbettir bu. Sanatçı, aklın ötesindeki bir sükûnet mıntıkasında kendi canından bizim canımıza dilsiz bir iletişime, iletişim olmayan bir diyaloğa kanal açar. Burada artık dalgalanan ruhlarımızdan yakalanmış örüntülerle konuşulur. Yahut, daha doğrusu, burada artık konuşulmaz.
Bu pratiğin içinde sanatçıyı hekim olarak düşünen Nietzsche’yi anımsıyoruz. Nietzscheci anlamda hekimlik, bir tedavi pratiği değildi. Daha ziyade bedenleri/cisimleri veya fikirleri şekillendiren kuvvet ilişkilerinin araştırılması ve onların ifadeye kavuşturulması pratiğiydi. İşte Ali Şentürk’ün sanat pratiğinde böyle bir hekimliğe yaklaşan bir şeyler duyumsamamak elde değil. Ruhun kıvrımlarının yoğunluklarını kuran kuvvet ilişkilerini araştıran, malzemelerinin hasletlerinden mütekabil ama asla temsilî olmayan biçimler çekip çıkartan bir pratik. Öyleyse can cana muhabbetin sözsüz dili, dilsiz iletişimi, nihayetinde bu araştırma pratiğinin çıktıları üzerinden bir diyaloğa davet ediyor bizi.
Ali Şentürk’ün sanat pratiği mizahtan da yoksun değildir. Araştırılan duyguların alanı, onları üreten tesirler ne derece karanlık olurlarsa olsunlar bütün bu im örüntülerini kateden sağlıklı bir neşe duyumsanır. Bu onun “kara komedisi” olacaktır o halde. Fakat ironik ve giderek ironisini yaptığı şeyi yeniden üreten bir komedi değil bu. Aksine bir mesafe almayla, bir karşıdan bakış imkânıyla kendini var eden ince bir kahkaha. Eğer duyguları çalışmanın asıl güçlüğü, onlara durmaksızın kapılmanın, nihayeti keder olacak bir yinelemenin pusuda beklemesiyse sanatçı bu güçlüğü, imgelerinin ayrılmaz bir parçası olduğu ileri sürülebilecek dinç bir neşeyle aşar. Bu neşe ne sanatçının bizim için erişilemez olan duygu durumuna dair bir şey söyler ne de onun niyetleri hakkında. Aksine bu neşe, imgenin kuruluşuna içkindir, sebat gerektiren çileli bir etkinliği çileci olmaktan ziyade yaşama dair kılan, yaşamla hemhal hale getiren bir tavırdır: Nihayetinde sanatı sanat yapan o tavır.
Aklın Üzerinde Bir Sessizlik, bizi, hepimizi kateden bir “araştırma alanında” birlikte düşünmeye davet ediyor. Yüklendiğimiz veya yüklenmekten erindiğimiz bütün duyguları, onların tesiri altına girdiğimiz durumları temâşâ etmeye çağırıyor. İyisiyle kötüsüyle hissettiğimiz her şeyin yaşamdan geldiğini, yaşama içkin olduğunu, yaşamla dolu olduğunu unutmadan, en önemlisi korkmadan ve çekinmeden onlarla yüz yüze gelmek için bir fırsat yaratıyor. Sanat da bunun için var değil mi? Kendi kudretiyle, dolayımının estetiğiyle algılanamaz olanı algılanır, düşünülemez olanı düşünülür kılmak, en önemlisi de dünyayla ve dünyadaki şeylerle ilişkilerimizi tekrar tekrar müzakere eden duyuş biçimleri yaratmak. O halde Ali Şentürk’ün teklifinin mahiyeti de bu olsa gerektir: üstümüze üstümüze gelen tahammülfersa bir dünya karşısında apati’yi aşmamıza yardımcı olacak bir duyuş biçimi.